Aşk bazen bir çiçeğin açışı gibi zariftir; bazen de bir dişin, ete gömülüşü gibi vahşi. Ve nar, bu iki uç arasında parıldayan kırmızı bir ara yüz gibidir. Kabuğu serttir ama içi yumuşak ve kan kırmızısı tanelerle doludur. Tıpkı aşk gibi: dışarıdan bir sır, içeriden bir karmaşa. Bu yüzden belki de aşk, nar ve kanibalizm arasında göründüğünden çok daha derin, simgesel bir bağ vardır.
Nar, tarih boyunca bereketin, doğurganlığın, hayatın ve ölümün sembolü oldu. Ama aynı zamanda cazibenin, yasak arzuya açılan kapının meyvesi. Antik mitlerde Persephone nar tanesi yediği için yeraltı dünyasına bağlanır; yani aşk, sadece tutku değil, aynı zamanda dönüşü olmayan bir karar olabilir. Bu küçük, parlak taneler, masum bir meyveden çok, arzunun kristalleşmiş hâlidir. Ve nar taneleri ağızda patladığında, dilin üzerinde bıraktığı his… bir öpücüğün izine de, taze bir yaraya da benzetilebilir.
Klasik Yunan mitolojisinde nar, yaşamın kaçınılmaz döngüsünü; doğumu, ölümü ve yeniden doğuşu simgeler. Persephone’un altı nar tanesiyle mühürlenen kaderi, yeryüzünden yeraltına her yıl zorunlu dönüşünü, kışı ve yokluğu temsil eder. Ama her hikâye her yerde aynı anlatılmaz. Marsha Mehran, kitabı Nar Çorbası’nın karakteri Marjan gibi bazıları, narı yalnızca bir pişmanlığın değil, başka bir gerçekliğin sembolü olarak görmeyi seçer. O, narın Fars mitolojisindeki yerini tercih ediyor; ekşiliğin içindeki amaç, karanlığın içindeki umut. Ölüm ve kışın ağırlığından sıyrılıp, narın doğurganlık, yeniden doğuş ve geçmiş mevsimlerin vaadi olduğunu hatırlamak isterdi. Çünkü nar, hatırlamaktır.
Botticelli’nin resmettiği “Nar Madonna” gibi, nar sanatta hem kutsalı hem de içsel bölünmüşlüğü çağırır. Antik Yunan'da Adonis'in kanından doğduğu söylenen nar, ‘ölülerin meyvesi’dir. Persephone’un Hades’e bağlandığı nar çekirdekleri, yalnızca romantik bir aşkın değil, rızanın, iradenin ve sahipliğin sorgulandığı bir metafor haline gelir. Bugünün edebiyatında bu hikâyeler genellikle romantize edilir: karanlık bir adam, ışıklı bir kadına âşık olur. Ama ya Persephone narı yerken kandırıldıysa? Ya bu, sonsuz aşktan çok, iradesizliğin ve zorlanmışlığın sembolüyse?
Nar, sadece geçmişin değil, geleceğin de meyvesidir. Yahudi Roş Aşanası’nda yeni yılı başlatan, Fars ve Çin geleneklerinde doğurganlığın işareti olan bu meyve, dini sanatta da yer bulur: Meryem Ana’nın ya da bebek İsa’nın ellerinde, dirilişin ve sonsuz yaşamın simgesi olur. Ama tam da bu olumlu imgelerin içinde, narın karanlık anlamları pusuda bekler.
Tıp tarihçisi A. R. Ruis’in de yazdığı gibi, nar karşıtlıkların meyvesidir: yaşam ve ölüm, doğurganlık ve kısırlık, annelik ve çocukluk arasında gidip gelen döngüsel bir simgedir. Bir narı açmak, sadece bir meyveyi değil, duyuların sınırlarını da zorlayan bir eylemdir. Kalın kabuğunu delmek, içindeki kırmızı arilleri ortaya çıkarmak sabır ve dikkat ister. Tatlıyla ekşinin birbirine karıştığı, bazen bir zehri andıran o yoğun lezzet, ağızda bir zehir gibi yayılır. Dişlerin altında çatırdayan her tanede ilkel bir dürtü hissedilir: tüketmek, sahip olmak, parçalamak.
Kanibalizm ise en ilkel korkularımızdan biri; sınırların ve insani çizgilerin en uç ihlali. Ama bu karanlık motifin içinde, arzunun uç noktası da yatar. Birini “çok sevmek” fikri, kimi zaman “onu tamamen istemek”e, sonra da “onu tüketmek” arzusuna dönüşebilir. Yani aşk, sahip olma isteğiyle başlar ama tüketme arzusuyla bitebilir. Aşkın bedenselliğiyle yamyamlığın şiddeti, burada metaforik bir çizgide buluşur.
"Sevdiğini yemek istemek" fikri korkutucudur ama bir o kadar da insanidir. Aşkta kendini kaybeden, karşısındakini kendi içine almak isteyen ruh, aslında bir tür duygusal kanibalizme yönelir. “Seninle bir olmak istiyorum” sözü, simgesel olarak “seni yutmak istiyorum” anlamına yaklaşır. Bu noktada nar, aşkın yendiği ilk meyve olur. Her nar tanesi, hem arzunun tatlılığı hem de yasaklı bir arzunun bedeli gibidir.
Sanat bunu bilir. Edebiyat ve sinema, narı çoğu zaman kan gibi sunar. Açılmış bir narın görüntüsü, bazen bir kalbin ya da iç organın görseliyle eş tutulur. Ve aşk, burada sadece bir duygu değil, bedeni, arzuyu ve hatta günahı içeren bir bütünlüğe dönüşür.
Jared Singer’ın şiiri The Last Love Letter From an Entomologist, şu sözleriyle sembolize ediyor kanibalizmi:
“İki dua eden mantisten sonra çiftleşir,
Erkeğin sinir sistemi kapanmaya başlar
Motor fonksiyonları üzerinde hala kontrolü varken,
Mitski, Abbey adlı şarkısında açlığından bahseder. Bu açlık metafor olarak neye aç olduğunu net olarak söylemese de bir şeye “aç” olmaktır asıl önemli nokta. Şarkıya şu sözlerle başlar şarkıcı:
Yönetmen Luca Guadagnino’nun “Kemikler ve Her Şey” filminde sevgi, kanibalizm ve kimlik arayışı açlığa en iyi örneklerden biridir. Film, doğuştan yamyam olan genç Maren’in, babası tarafından terk edildikten sonra biyolojik annesini bulmak için çıktığı yolculuğu anlatır. Maren bu süreçte, kendi gibi "yiyici" olan yalnız bir genç olan Lee ile tanışır. İkili, Amerika’nın kırsalında birlikte dolaşırken hem geçmişleriyle yüzleşir hem de toplum dışı varlıklar olarak aidiyet, aşk ve hayatta kalma mücadelesi verirler. Yönetmen aynı zamanda Rekabet (2024), Suspira (2018) ve Beni Adınla Çağır (2017) filmlerinin yönetmen koltuğunda oturmuştur.
Filmi Amazon Prime’da bulabilirsiniz.
Son olarak bu yazıyı yazmamdaki en büyük etken olan diziyi konuşacağız: Hannibal (2013)
Hannibal, Thomas Harris'in romanlarından uyarlanan bir psikolojik gerilim dizisidir. Dizi, FBI özel ajanı Will Graham ile ünlü psikiyatrist Dr. Hannibal Lecter arasındaki karmaşık ilişkiye odaklanır. Will, suçluların zihnine girebilme yeteneğine sahip empatik bir profilcidir. Zihinsel sağlığı tehlikeye girmeye başlayınca, FBI ona yardımcı olması için Dr. Lecter'dan destek alır. Ancak Will’in bilmediği şey, Hannibal’ın aslında yardım ettiği cinayetlerin arkasındaki zeki ve gizemli bir kanibal seri katil olduğudur.
Dizi boyunca, Will ve Hannibal arasındaki gerilimli bağ giderek daha yoğun ve kişisel bir hal alır. Dostluk, takıntı, av-avcı rolleri ve ahlaki sınırlar sürekli yer değiştirir.
Hannibal, Will’in içindeki narı parçalamak istiyor. O taneleri birlikte tatmak istiyor. Will ise hem narını korumaya çalışıyor hem de içten içe onun patlamasını istiyor. Bu karşılıklı gerilim, zamanla bir tür trajik, karanlık aşk hikâyesine dönüşüyor.
Yemek, Hannibal için hiçbir zaman sadece bir hayatta kalma biçimi olmadı. O, yediği her bedende bir anı, bir iz, bir tanıklık arıyordu. Fakat Will... Will başka bir şeydi. Onu yemek değil, ona dönüşmek istiyordu. Belki de en az onun kadar tehlikeli olan bu arzuyu "aşk" kelimesiyle tanımlamak yetmezdi. Bu, birbirine karışma ihtiyacıydı; etiyle, zihniyle, rüyalarıyla.
Will, başlangıçta bunu bir hastalık sandı. Hannibal’ın ona dokunan bakışlarını; yemek masasında sunulan, tanımlanamayan tatları; rüyalarına sinen geyik boynuzlarını. Ama Hannibal onun içinde yürümeye başladığında, onu bir suç mahalli gibi gezdiğinde, Will anladı: Bu, bir işgal değil, bir açılıştı. Kendi narıydı bu; dışarıdan sağlam, içten çatlak. Ve Hannibal her taneyi sevgiyle, sabırla ayıklıyordu.
Yamyamlık, burada sadece fiziksel değildi. Bu, aşkın son sınırıydı. Sahip olmanın en saf, en korkunç hali. Hannibal için sevmek, tüketmekle birdi. "Seninle bir olmak istiyorum" sözü, onun ağzında "seni tatmak istiyorum" halini alıyordu. Ve Will, bu kelimelerin kanlı çağrısına korkuyla karışık bir hayranlıkla kulak veriyordu.
Nar, aşk ve kan — bu üçlü, onların masasında hep vardı. Bir nar gibi çatlayan akşam yemekleri; içi kan gibi akan şaraplar; ve ortasında, birbirlerinin gölgesine dönüşen iki adam. Will, Hannibal’a bakarken bazen kendi yansımasını görüyordu — ama biraz daha aç, biraz daha karanlık. O yansıma, bazen sevdiği bir şeyin ölümünü istiyor; bazen onu yaşatmak için parçalara ayırıyordu.
Hannibal ise, Will’i baştan yaratmak istiyordu. Onu yemek değil, onu yemeye hazır kılmak. Nar gibi kendini açmasını, her bir tanelerini sırasıyla sunmasını. Aşkı tanımlayan kelimeler burada yetersizdi. Bu, karşılıklı bir ayin gibiydi: birinin diğerine bakarken hem sevmesi, hem yok etmesi.
Ve sonunda, birbirlerine sarıldıklarında, bu bir birleşme değil, bir düşüştü — bir narın yere çarpıp paramparça oluşu gibi. Aşk, sadece şefkat değildi; aşk, iç organlara kadar inmeyi gerektiriyordu. Hannibal bunu hep biliyordu. Will ise bunu öğrenmeye hazırdı.
Belki de aşk, narın içindeki ilk taneyi yemektir: Masumiyetin kaybı, arzunun başlangıcı, sınırın ilk aşımı. Kanibalizm ise o tanenin peşinden gelen tanelerdir; tutkunun doymak bilmez hâli. Ve insan, sevdiğiyle bir olmak isterken, bazen onu yok edebilecek kadar yaklaşır.
Aşk nar gibidir. Kırıldığında tatlıdır, ama içindeki her şey bedenseldir. Ve tutkuyla birleşen her temas, bir yeme eylemine benzer. Dudaklar, dişler, dil… Hep birlikte birer sınır aşımıdır. O yüzden aşk, sadece bir kalp işi değil; aynı zamanda bedenin açlığıdır.
Ve işte bu yüzden, nar, aşk ve kanibalizm, aynı kırmızı renkte buluşur. Çünkü bazen en tatlı olan, en tehlikeli olandır.
İşte nar, burada tekrar bölünür: bir yanda aşk, ölümsüz bağlılık ve tutku; diğer yanda sahiplik, tüketim ve kontrol. Nar, sadece aşkı değil, yamyamlığı da sembolize eder — birini o kadar çok istemek ki, onu yemek, kendine katmak, kendi bedenine dönüştürmek. Şehvetli, saldırgan, ama bir o kadar da kırılgan bir sevgi biçimi. Kabuğu kırmak, özü ortaya çıkarmak zaman ister. Her taneyi nazikçe ayıklamak gerekir; sevgi gibi, nar da sabırla açılır.
Nar, doğanın içimize fısıldadığı bir sırdır: içinde ölüm olan yaşam, içinde şefkat olan arzudur. Bu yüzden nar, hem mezar taşıdır hem beşik; hem ağızdaki kan, hem yeni doğan bir sesin ağzına bırakılan ilk tatlılık. Nar, özünde ikiye bölünmüş insanın meyvesidir.
Yorumlar
Bu yazar bi harika mı ne ya
https://www.youtube.com/watch?v=7hKvMBKXG9s