İçerik Resmi

Düşkünler


favorite 3 visibility 29 bookmark 1


Tepede herkes onu bekliyordu. Büyük gün nihayet gelmişti. Herkesin gözü onun yukarı atacağı adımlardaydı. Geçen her bir saniye, konsey üyelerinin merakını daha da körüklüyordu. Yapılacak yargı işlemi için tüm hazırlıklar tamamlanmış ve geriye sadece zanlıyı beklemek kalmıştı. Ortalığa çoktandır hakim olan sessizlik, o görününceye dek korunacak gibiydi. Tek bir çıt çıkmıyor, hiçbir şekilde hareket gözlemlenmiyordu. Zaman adeta durmuşken, tüm konsey üyelerinin içinde aynı düşünce geziniyordu. Birbirlerine bakmalarına bile gerek duymaksızın, hepsi içlerinde aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyordu: Nefret ve korku. Günlük hayatlarının alışılagelmiş rutinlerinden tamamen kopuk olarak gerçekleşen bu olayın, barışçıl ve huzur dolu hayatlarını bozacağını düşünmelerinden ve çok daha önemlisi, Efendilerine karşı yapılan bu saygısızlıktan ve kanunsuzluktan ötürü duyulan bir nefretti bu. Yine aynı sebepten hepsinin içinde yoğun miktarda korku duygusu vardı. Kendilerinden birinin işlediği bu suçun hepsine mal olabilme fikri bir yana, Efendi’nin gözünden düşecek olmaları ve asla eskisi gibi bir değere sahip olamayacakları fikri onlar için delicesine korkunçtu. Bu sonsuz sadakatlerini tekrardan bozmaya cüret eden kişinin işini en yakın zamanda Efendi’nin huzurunda bitirmeliydiler.

Ve nihayet o göründü. Çıplak ayaklarının ve kanatlarının hışırtısı açık havada dahi yankılanıp herkesin kulağına ulaşıyordu. Daha silüeti bile görünmeden, tepede yoğun bir uğultu baş gösterdi. Bu uğultular homurdanmalara, homurdanmalar şiddetli bağırışlara dönüştü. Ortalık adeta tek bir kişiye karşı cephe almıştı, oldukça adaletsiz bir biçimde, silahsız savunmasız… Nitekim tepeye çıkarılırkenki haline bakılacak olursa gerçekten de savunmasız olduğu söylenebilirdi. Kolları arkasında birbirine düğümlenmiş ve tüm parmakları kökünden kesilmişti. Üstündeki fuzuli kumaş parçaları alınmış ve karanlık bölmesi herkesçe görülebilir hale gelmişti. Bundan ötürü bazı konsey üyeleri ona bir anlığına acımış olsa da hemen eski tutumlarına geri döndüler. 

Büyük beyaz kanatları dal parçaları ile birbirine sarılmış ve çöktürülmüştü. Tepeye çıkartılana kadar inanılmaz derecede aşınan ayak tabanları, tepenin zeminindeki yüksek sıcaklık nedeniyle yanmaya başlamıştı. Vücudunun geri kalanı ise oyuklar ve çizikler ile doluydu. İşlediği suç, böylesine bir zulmü hakedecek kadar ağır olmalıydı. Her ne kadar zamanla bu yaralar iyileşecek olsa da onurunun kırılması gibi sosyolojik yaraların yanında o an hissettiği acı bir hiçti. Aralarında kurdukları güven zinciri uzun bir zaman sonra yeniden ve daha toparlanamaz bir şekilde kırılmıştı. 

Arkasında iki üye ile ağır adımlarla ilerliyorlardı. Kafası dimdik yere eğriltilmişti, birkaç yaprak yardımıyla görüşü engellenmişti. Arkasındaki üyeler de oldukça ciddi bir ifade ve görev bilinci ile onu kollarından sımsıkı tutarak ilerletiyorlardı. Tepenin kenarlarına yayılmış konsey üyeleri ise içlerindeki tüm negatif duyguları onun üstüne boşaltmakla kalmayıp taşlamaya başladılar. O kadar çok taş yağıyordu ki yeni kapanan yaraları bile yeniden açılıyordu. Tek bir rahat nefes alamaması için özenle zayıf olduğu bölgelere hedef alınıyordu. Tüm yüzü örtük olduğundan o an nasıl bir duygu durumunda olduğunu anlamak zordu. Ancak kuşkusuz içinde feryatlar ediyor ve çektiği bu acıların sonu için geçen saat sayıyordu. Etrafa öylesine bir ses kirliliği hakimdi ki koca karga sürüleri ortamı terk etmişti. Taşlamalar, yuhalanmalar, edilen beddualar… O güne dek kendisinden daha kötü bir muameleye maruz kalmış yoktu şüphesiz. Malum kişiler kendisinden çok daha büyük suçlar işlemiş olmalarına karşın kesinlikle böyle bir karşılama almamışlardı. Konsey üyelerinin bu derecede kin ve düşmanlığı, eşi benzeri görülmemiş bir şeydi. Efendi’nin bu kadar nefret edilen birine vereceği ceza ise çok daha büyük bir merak konusuydu.

Üyeler onu tepenin ortasındaki çukurun başına getirdi. Aşağısındaki manzara ise tüm konsey üyelerinin korkulu rüyasından başka bir şey değildi. Çukurun dibinde delicesine fokurdayan, içine düşen her şeyi yutmak için sabırsızlıkla bekleyen, etrafına içindeki nefreti kusarcasına ölümcül sıcaklıklar yayan Efendi’nin bir numaralı caydırıcısı lav bulunuyordu. Onun haricinde herkes çukurdan olabildiğince uzaktaydı. Üyeler onu dizlerinin üstüne çöktürdü ve omuzlarından bastırarak kaçışını tamamen engellediler. Yüzünü kaplayan yaprakları çıkardılar ve onu bu korkunç manzara ile baş başa bıraktılar. Bakışlarını başka yere çeviremesin diye diğer elleriyle de kafasının arkasından tutmuştu iki üye. Ardından bekleyişleri başladı. Efendi buyurana dek bekleyişlerini sürdürecekti herkes. Son söz mutlak yargıcın olacaktı.

O buyurana dek kalabalığın anlaşılmaz haykırışları bir nebze duraksamadı. Ancak arada sırada bazı sözler seçilebiliyordu.”Pislik, kahrolasıca, geber!...” belki de aralarında en hafif olanlardı. Ve elbette sanık da bunların hepsini duyuyordu. Ancak o sadece durgun bir yüz ifadesi ile çukurun dibindeki ölümü seyrediyordu. Çevresine karşı o kadar aldırışsızdı ki onun sağır olduğu sonucuna varmak sırıtmazdı. Ne onlar haykırmaktan ne de o tepkisiz kalmaktan vazgeçiyordu.

Ve sonunda beklenen an geldi. Efendi’nin herkesin aklına kazanan girişi. En tepeden, bulutların üstünden teşrif ediyordu. Onları yararak, hakimleri olduğunu göstererek. Önce gökyüzü bulutla kaplıydı. Sonra daire biçiminde bir boşluk oluştu. İçinden en dibe bir ışık süzmesi indi. Bu ışık öylesine özeldi ki sadece bu sekans sırasında deneyimlenebiliyordu. İnanılmaz parlaktı, ancak ona bakma isteğinin önüne geçemiyordu bu. Bakma isteği ki tüm şuurunu kaybeder ve görme yetini kaybedene dek onu seyretmeye devam edersin. Yaydığı ısı sanki güneşin yüzeyine başını yaslamışsın gibi hissettirir seni. Öylesine tatlıdır ki en iradelisini bile saniyeler içinde kendine çeker ve hayatı boyunca onu tekrar tadabilmek için çabalamasına yol açar. Hepsine yokluktan varlığa geçiş dönemlerini anımsatır. Efendi’nin yanında bulutların üstünde oldukları, saf iyilik ile dolu oldukları eski sonsuz neşeli zamanları. Ancak ne yazıktır ki o günler çok geride kalmıştır. Ve artık o günlerin yasını tutanı geç, tam olarak nasıl geçtiğini hatırlayan kalmamıştır. Neyse ki Efendi üyelerin ışığa olan bağlılığını biliyordur ve kullanımını minimal seviyede tutuyordur. 

Herkesin bakışları yukarı çevrildi ve tam bir sessizlik yaşandı. Işık çoktan gitmişti ve yerini sıradan güneş ışığı almıştı. Bulutlardaki şekil hala korunurken üyelerin son ışık süzmelerinin kalıntıları ile yetinmeye çalışırlarkenki yüz ifadeleri kayda değerdi. Süt için kıvranan kuzular misali. 

Açılış serenomisinin ardından kulakları sağır eden ve tüm dikkatleri üstüne çekme görevi ile meşhur gümleme hissedildi. Adadaki tüm ağaçlar, çalılıklar ve bitkiler yerinden kopacakmışcasına birkaç saniyeliğine şiddetli bir şekilde sallandı. Kıyıdaki durgun su, ani şok dalgasının etkisiyle birkaç metrelik dalgalara dönüşürek bir hışımla kayalara çarparak gürültüye ortak oluyordu. Tepedeki tüm üyeler düşmemek için bir şeylere tutunmak ve aynı zamanda kulaklarını kapatmak zorundalardı. Kimse o ana kadar kulaklarını açık tutacak cesareti ve direnişi gösterememişti. Ses vücutların içinde adete deprem etkisi yarattığından yere kapanıp etraflarını kapamaktan başka bir şey gelmiyordu ellerinden. Gümlemenin etkisi elbette tepede ve tepenin kalbindeki yanardağda da hissedilmişti. Sadece birkaç saniye içinde dipteki lav yükselmiş ve daha yukarısına ufak atışlar gerçekleştirmeye başlamıştı. Bu yaşanırken herkes ayaklarının altının yanmaya, hatta alev almaya başladıklarını gördü; ancak müdahale edebilecek durumda değillerdi. Tek bir zihinde birleşip aynı dilekte bulunmaktı tek çareleri ve yapacakları. Nitekim Efendi de ezelden beridir haberdardır tüm isteklerinden. Yalnızca doğru vakittir ihtiyaç olan. 

Ancak herkesin gözünden kaçan bir nokta vardır. Bu tür yargı işlemlerinin çok nadiren yapılmasından kaynaklanan tecrübesizlikten, ya da başka bir sebepten; herkesin dikkatleri sanık üzerinden çekilmişti. Olağan karşılamak lazım. Yaşanan kısmi kıyamet sırasında kimsenin aklında diğerlerini kurtarmak ya da onları düşünmek yoktu. Her koyun kendi bacağından asılırdı. Ne sanığı ne yanlarında bulunan diğer üyeleri görür olmuşlardı. Herkes  işini gücünü, birbirleri ile tartışmayı ya da başka bir şeyle ilgilenmeyi anında kesmiş savunma pozisyonu almıştı. Gümleme her defasında yaşanmasına ve tüm üyeler de bunun yaşanacağından haberdar olmasına rağmen her seferinde sanki tekrar deneyimliyorlarmış gibi hissediyor ve tepki veriyordu herkes ilginç bir şekilde. Bundan ötürüdür ki her defasında aynı can havline kapılıp diğer her şeyi unutuveriyorlardı. Birkaç saniye daha bu durum devam etti ve artık farkına vardıklarında iş işten geçmişti. Sanık kayıptı.




2
    


Tepeye çıkış süreci sancılıydı. Direniş göstermeyeceğini, kendisinin bizzat gideceğini söylemesine rağmen kanatlarını ve kollarını düğümlemişlerdi. Bir Elang’ın muhafaza etmesi ve sahip çıkması gereken iki hususi parçası vardır: kanatları ve göğüslerinin ortasındaki bir yarık olan karanlık bölmeleri. Kanatları oldukça endamlıdır ve eşine az rastlanır cinstendir. Vücut kütlelerinin onda birini meydana getirir. Oldukça uzundur ve yukarılara doğru sivrileşmektedir. Kanatlar omuzlarında açılmış olan bölmelere yerleştirilmiştir ve koparmayı Elang’ların kendileri bile başaramamıştır. Kontrolü çoğunlukla Elang’ların kendi iradelerine ait olsa da bazı durumlar olur ki kanatları adeta bağımsızlığını ilan eder ve Elang’ın buyunduruğundan çıkar. İşte bu yüzden oldukça sert bir şekilde kendilerine yerleştirilmiş olmaları Elang’ları saptırmamalıdır. Yeterli bakım ve barınım sağlanmadığı takdirde kanatların kendilerine takılı kalmalarını beklememeliler. Çünkü vakit geldiğinde hiçbir güç tekrar onları yerleştirmeye yetmeyebilir. Ve bu kanatların sorumluluk kazandırıcı vasfından başka, bir de ayakların yerden bir miktar kesilmesine olanak tanıması vardır. Uçuşlar adadan ayrılmaya yetmeyecek şekilde sınırlandırılmış, ancak ada içinde kolayca uzun mesafeleri katetmelerini sağlayacak şekilde de geliştirilmiştir. Kimileri ise bu kanatların vakti geldiğinde Efendi ile buluşmalarına vesile olacağına inanır. 

Bahşedilen bu kabiliyet ile birlikte çok büyük bir kusur da eklenmiştir Elang’lara. Mahremleri olan, diğerlerine gösterilmesi uygun karşılanmayan, her birinin içini feci bir şekilde yakan bir kusurdur bu. Birnevi bir eksiklik, bir muhtaçlık. Bembeyaz bedenlerinin, göğüslerinin tam ortasında içe doğru çökmüş korkunç bir yarık. Bedenin tüm estetiğini bozar. Hatta tiksinti, korku ve diğer tüm kötü duyguları yayar her tarafa. Küçük bir bölme kaplamasına karşın kapatmak için harcanan çaba hiç de küçük değildir. Yarığın kendisi tek başına pek bir sorun oluşturmaz. Hatta dokusal olarak bedenin geri kalanından farksızdır. Zararlı etkisi Elang’lar bir araya gelince başlar. İstisnasız herkes tıpatıp diğerleriyle aynı olan yarıklarının görünmesini engellemek için didinir durur. Bundan mütevellit ada içindeki malzemelerden kendilerine gövdelerini, özellikle yarıklarını kapatacak kıyafetler yapmışlardır. Bu kıyafetler genellikle omuzlarına çapraz şekilde asılan halka şeklindedir. Bunun dışında kıyafet giymek için herhangi bir gereksinim duymazlar.

İşte ada halkı sanığa bu kadar büyük bir cezayı reva görür. Onu Efendi’nin dahi daha önce tercih etmediği bir yöntemle cezalandırır. Aslında içleri tamamen adaletle dolup taşmıyordur. Hislerinin büyük bir bölümünü de asırlardır biriktirdikleri zülum ve aşağılama isteği oluşturuyordu. Ada içinde herkes kardeşmiş gibi görünse de içlerinde saflıklarının bozulmasına yol açan duygular yatmaktadır. İndikleri günden beri saflıkları bozulmuştur. O günden beridir hepsinin içinde yatan nefret, gaddarlık, canilik, yamyamlık gibi duygular yavaş yavaş kendini göstermeye ve bir fitil beklemeye başlamıştır. O fitil ise içlerinden birinin yapacağı hata idi. 

Ancak bozguna uğramışlardı. Etrafta içindeki şeytanlıkları kusabilecekleri kimsecikler yoktu. Bunun bilincinde olmak onları anında telaş içinde bıraktı. Uzun bir zaman sonra ellerine geçen fırsat yok olmuştu. Elang’lar toparlandıktan sonra yoğun bir koşuşturmaca içinde tepeyi aradılar. Sadece birkaç saniye içinde nereye gitmiş olabilirdi? Hem gümleme sırasında kaçmayı nasıl başarmıştı? Soruların cevabı her yerde didik didik aranıyordu. Her bir kayanın arkasına, her bir kovuğa ve her bir taşın altına bakıyorlardı. Bu kısacık süre içinde tepeyi terk edemezdi. Mutlaka yakınlarda bir yerde olmalıydı. Yirmi iki kişiden oluşan konsey, dağınık ve rastgele şekilde aramayı bırakıp toplanmışlardı ve farklı bölgeleri aramak üzere görevlendirilmişlerdi. Kuzeye, güneye, batıya, doğuya dağıldılar. Efendi gelmeden önce onu bulmazlarsa başları çok ama çok büyük bir belaya girecekti. Şahsi istekleri bir yana, sanığın işlediği suç oldukça büyüktü ve mutlaka Efendi’nin karşısına çıkmalıydı. Aksi takdirde olacaklar… hayal edilebilecek gibi değildi.

Süratli ve detaylı bir aramanın ardından gruplar çukurun başında toplandı. Sonuçlar kötüydü. Tek bir izine bile rastlanamamıştı. Birkaç kişi tepenin aşağısını da her ihtimale karşı araştırmaya gitmişti. Onlardan gelecek haber son umutlarıydı. Bekleyiş sırasında aralarında şu konuşmalar geçti: 
“Biriniz bile onu takip edemedi mi ha! Biriniz bile mi?!” diye bağırmaya başladı biri. 
“Bizim ne suçumuz var? Ondan mesul olan aha şu ikisiydi.” diyerek sanığı taşıyan iki Elang’a yöneltti parmağını bir diğeri. Diğerlerine göre daha genç görünüşlü biriydi bu. 

Adı geçen Elang’lardan önde olanı, “Be Naustru, kim kımıldayabilir ki gümleme sırasında! ölümün döşeğindeyim sandım, bir de bana hesap mı soruyorsun!” dedi ve diğeri öne atılarak hemen lafa girdi. “Tek bir kelime daha et ve sana göstereyim çukurun dibini! Kardeşimin bir suçu yok. Ne diyorsan bana de!” Kardeşler her zaman birbirini kollayan ve birbirinin ayıbını örten tiplerdi. Eğer bu adada birbirine ihanet etmeyecek iki kişi varsa, bunlar kesinlikle Adel ve Phosn idi. Adel, özellikle boyu ile dikkat çeken bir üyeydi. Yirmi iki kişiden oluşan ada halkının en uzunuydu. Bundan ötürü kimse onunla kolay kolay laf dalaşına girmek istemezdi. Elbette bunda inatçı ve tartışmacı kişiliğinin de etkisi vardı. İniş gününde ikisinin birlikte maruz kaldığı zorluklar Adel’i farklı, Phosn’u farklı etkiledi. Phosn çoğu zaman Adel tarafından savunulmuş ve korunmuştu. Bu durum Phosn’un gözünde kardeşinin yüceltilmesine sebep oldu ve kendini ona bağımlı etti. Kardeşi olmadan çoğu zorlu işi başaramıyor ve ona muhtaç duyuyordu. Adel bunu seve seve yapsa da yan etkileri zamanla kendini gösterecekti. 

Phosn ise kardeşine göre narin ve zayıf yapılı olsa da kesinlikle halkın geri kalanından aşağıda değildi. Hatta ikisinin bugünkü mevkilerinde -sadece bu gibi acil durumlarda kullanılan- olma sebepleri de bu yüzdendir. Phosn çok tipik bir kişilik olmamasına rağmen kendine özgü özellikleri vardır. Köprü altından su götürmeyi ve Elang’ların duygu ve düşünceleri ile oynamaya bayılırdı. Tepe üzerindeki herkes ile ufak da olsa bir sürtüşmesi olmuştur.  Minyon ve küçük yapılı olması sayesinde oldukça çevik ve hızlıdır. Çoğunun giremediği yerlere saklanıp konuşulanlara kulak kabartmak en sevdiği aktiviteler arasındadır. Ayrıca oldukça sıradışı yüz yapısı ve siyaha çalan kumral saçları ile dikkat çekme potansiyelini arttıyordu. Kardeşi önüne geçip onun yerine konuşmaya başlayınca bir süre sessiz kalmaya ve yaşanacakları seyretmeye karar verdi.

Adel gözleri ateş saçarken bir eliyle kardeşini koruyordu. Yine aynı kişi küstahça bir tavırla Phosn’a bakarak konuştu, Adel’in ikazına rağmen. “Ferculi nasıl kaçabildi o zaman ha, onun bizden ne farkı vardı da kaçma fırsatı edindi? Hemen ardında onu tutmanız gerekiyordu.” 

Adel’in cevabı gelmeden, farklı biri daldı hemen. Bu kişi çoğunluğun aksine sakinliğini korumayı başarmıştı. Konuşmadan önce durumdan bıkkınlık duyduğunu belli eden bir oh çekti. “Cevabı bilen varsa söylesin. Yoksa gereksiz yere yaygara çıkarmayın. Efendimizi böyle mi karşılamak istiyorsunuz?” demesi ile dikkatler ona kesildi. Belli ki gereken uyarıcı söz buydu. Birbirleri ile ya da kendi kendileriyle kavga eden herkes durdu ve ağzından çıkan sözleri beklemeye başladı. Efendi’nin adını ağzına alan biri mutlaka bunu mecbur kaldığı için yapmalıydı.

Beklentileri fark eden Elang hiç bekletmeden lafa koyuldu. “Ben Enspai, hepimiz buraya aynı gün indirildik, ya da itelendik bilmiyoruz. Tarih tutan kaldı mı aranızda. Ne zamandan beridir buradayız bileniniz var mı. Belki asırlar geçti ve birbirimize muhtaç ve zorunlu kılındığımız halde tek yaptığınız birbirinize zulmetmek. Buraya sürgün edilmek hepimiz için ömürlük bir acı. Bunu katlamanın lüzmu yok. Ya bir karar verip anlaşmaya bakarız ya da  bilinmeyen bir süreye dek birbirinize katlanmak zorunda kalırsınız. İkinci seçeneği seçecek kimse olmadığını biliyorum. O zaman dediğimi uygulayın ve o mahluğu Efendi’nin önüne çıkarmak için hemen işe koyulun!”

Bu sözler konseyi gerçekten düşündürmüş olacak ki çoğu susup kaldı. Kardeşleri görevlerini yerine getirememekle suçlayan genç Elang dahi başını eğmiş ve sessizliğe bürünmüştü. Devamında kimse birbirinden özür dilemeyecek olsa da en azından tekrar yaşanmayacaktı bu hadise. 

Çukurun başındaki yığılma hala devam ederken yukarı doğru hızlı adımlarla gelen bir grubun ayak sesleri artık rahatça algılanabiliyordu. Soluk soluğa kalmışlardı. Olabildiğinde hızlı gelmeye çalışıyorlardı. Ancak bu sanığı yetiştirme çabasından değil, onu aramaya kalındığı yerden devam etmek içindi. Çünkü ne yazık ki elleri boş gelmişti. Hayal kırıklığı vücut bulmuştu sanki. En aşağıya kadar aradıklarını, ancak bir ayak izine dahi rastlayamadıklarını  rapor etmeye başladılar anında. Üyeler yine abartılı ve şiddet yanlısı bir tepki verecek gibi olduklarında bundan hemen vazgeçtiler. Çünkü bunun hiçbir işe yaramayacağı gün gibi ortadaydı. Gelen üyelerin sırtlarını sıvazlayarak rahatlatmaya çalıştılar. Her ne kadar Enpsai vaazlerinde haklı olsa da, artık arama için pek vakit kalmamıştı. En azından Efendi gelene kadar bir açıklama geliştirmekle uğraşmalıydılar. Tepkiyi her ne kadar azaltmayacak olsa da. 

Ama işte bazen mucizeler yaşanır ve yaşanmadığı onca anı unutturur. Onların mucizesi ise burunlarının dibinde çıktı. Belki de bakmadıkları, bakamadıkları tek yer. Bakılmaya tenezzül bile edilmeyen yerde. Tamamen şans eseri bir Elang’ın çukuru gözden geçirmesi ile yaşandı. Amacı elbette onu orada bulmak değildi. Sadece yok oluşa ve Efendi’ye olan korkusunu tazelemek istemişti. Neredeyse herkes kendini yakında o çukurun dibinde hayal ediyordu çünkü. Ancak kurtuluş biletlerinin de çukurdan çıkacağını kim tahmin edebilirdi ki. Karşısında resmen kendine çukurun içinde ufacık bir oyuk bulmuş Ferculi duruyordu. Görüş açısının dışında kalmasından dolayı fark edilmesi epey zordu. Belki gözü oraya ilişmese, başka bir yere baksa bu asla yaşanmayacaktı. Çukurun semsert tabakasında bir yumuşama meydana gelmiş olsa gerek ki Ferculi kendine orada yer edinebilsin. Yüzünü seçebilmek mümkün değildi ama tozla kaplı kanatları kendini ele veriyordu. Büzüşüp kalmıştı bulduğu oyuğa oturabilmek için. Herkesin dikkatinin dağılmasını bekliyormuşcasına anında atılıvermeliydi oraya, bunu başarabilmek için. Elang yüzünde büyük bir gülümseme ve heyecan ile bir köpek gibi solumaya başladı. Nutku tutulmuştu ve konuşmakta zorlanıyordu. Konuşmaya çalışıyor ama çıkardığı tek şey anlamsız homurdanmalar oluyordu. Diğerlerine haber vermek için kafasını kaldırdığında yüzleri hala buhran içinde olan koca bir konsey gördü. Bu durumu kırmak, ortama neşe ve umut getirmek için sabırsızlanıyordu. Nihayet yakınındaki biri tuhaf davranışını fark etti ve iyice delirdiği düşüncesine girdi. “Hemen korkuya kapılmasana. Belki Efendi bize bir şans daha verir. Hem, henüz gelmedi bile hadi!” diyerek durumu kurtarmaya çalıştı. Bu sırada Elang’ın kafasının içi biraz karıştı. Vermeye çalıştığı moralin berbatlığı mı, yoksa söylemek üzere olduğu şeyin şahaneliği mi? Hangisini önce söylemeliydi. 

Söylemesine gerek kalmadı. Yanına gelen Elang durumun anında farkına vardı ve alarm zillerini çaldı. Herkes çukurun ağzında toplandı. Tehlikeli “kurtarma” çabalarının ardından (isim4) yukarı çıkartılmıştı. Gözleri bu süre boyunca hiç kımıldamamış, adeta donmuştu. Sadece gözleri değil, vücuda da donmuştu. Onu taşımak ceset taşımaktan farksızdı. Hiçbir yaşam belirtisi göstermiyordu. Kolları ve bacakları o sürüklendikçe sallanıyordu. Üstü başı tozdan ve külden geçilmiyordu. Çukuru bu kadar yakından deneyimlemek demek bu kadar korkunç bir şeydi. Hemen altında fokurdayan lavla birlikte dakikalar geçirmek. O seni kendine isterken iradeni aklını yitirmeden koruyabilmek herkesin yapabileceği bir şey değil. Ferculi’den de kimse bunu beklememişti zaten. Hiç vakit kaybetmeden eski yerine, çukurun hemen başına oturtuldu. Bu sefer istisnasız herkes başında bekliyor, soğuk ve baskıcı bakışlarını üstünden eksik etmiyorlardı. Ferculi eğer yüzünü o yöne çevirseydi bunu görebilirdi. Ama o tamamen donuk halde zemini seyrediyordu. Ağzı sürekli titriyor ve yutkuna yutkuna bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Çoğu anlamsızdı ama sıkça “Ses… korkunç… canice… lütfen…” dediği kulaklarına ilişiyordu. Yüzü sanki hiçliğe bir bakış atmış gibiydi. Kupkuru ve çatlamış gözlerinden dehşetini yayacak şekilde yaşlar akıyor, kimse yüzüne doğrudan bakmaya cesaret edemiyordu. Zaten yok olacak birinin zihinlerinde travmatik izler bırakmasını istemiyorlardı muhtemelen. İş hemen neticeye varmalı ve bilinmezlik sona ermeli. Çünkü her geçen saniye, gösterilecek bir miktar müsamaha demekti. 

Efendi de sanki bu anı bekliyormuş gibi anında teşrif ettiler. Sesinin duyulması ile geldiği anlaşıldı. Çünkü şu ana dek eğer varsa bedeninin hiçbir parçasını göstermemişti. Kalan tek parçalar, Elang’ların zihninin derin sularında yatıyordu. 

Kadim ses herkesin zihninde belirdi.



-vandou 

DEVAM EDECEK!

Önerilen Yazılar

Article Image

GÜZ MEYHANESİ
bookmark


favorite 4 visibility 16
Article Image

En Dipteki Yaşam
bookmark


favorite 2 visibility 4
Article Image

veda
bookmark


favorite 2 visibility 10
Article Image

OTUR... SIFIR...
bookmark


favorite 2 visibility 8

Yorumlar

Yazbiköşe 2025-05-28 22:27

👏👏