İçerik Resmi

RUHUMUN ÇALMA LİSTESİ


favorite 1 visibility 6 bookmark 1


          RUHUMUN ÇALMA LİSTESİ

 
Tek bir müzik türü anlatamaz beni, çünkü her sabah başka bir renge uyanırım; gün içinde değişir tonlarım. Dilime bir şarkı takılır, ama ruhum bambaşka bir ezgiye asılı kalır.
 
Çocukluğuma döndüğümde önce radyonun çıtırtılı sesini duyarım. Sonra evdeki tek kanallı televizyonun solgun görüntüleri gelir gözümün önüne. TRT’nin kadrolu sanatçıları ne söylerse, müzik hafızamızın ilk tohumları onlardı.
 
Bir de kasetçalar vardı, elbette. Malum, büyükler köklerine bağlıydı; her fırsatta deyişler yankılanırdı evde. “Aşk” diyorlardı, ama başka bir aşktan bahsediyorlardı: Pir’den, niyazdan, nefisten, kuldan, en çok da Ali’den… Toplumcu müzikler hem dönemin hem evimizin nabzını tutuyordu.
 
Yasaklı günlerdi. Yüzünü göremediğimiz ama sesini ezbere bildiğimiz isimler vardı kulağımızda: Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya… Livaneli önce “Merhaba” diyordu, sonra “Güneş Topla Benim İçin” diye çağırıyordu. Ahmet Kaya “Ağlama Bebek” diyordu; türkülerinin içinde hep bir “anne” yankılanıyordu.
 
İlk çocukluk aşkıma düştüğümde, küçücük ellerimle kalbimi tutarken Erol Evgin yanımdaydı: “Deli Divane…” Bir aşk, bundan daha masum, daha çocukça nasıl yaşanabilirdi ki?
 
Lisede aşk başka bir biçim aldı: daha derin, daha içe kapanık. O yıllarda Sezen Aksu’yla tanıştım. “Geri Dön” dediğinde o cümle sadece bir şarkı sözü değil, içimin tam ortasına oturan bir dua gibiydi. Karşılıksız aşkın acısına “Sen Ağlama"diyerek teselli verdi usulca.
 
Sonra büyüdüm, anne oldum; aşkın tadı gibi anneliğin de kendine özgü bir şarkısı vardı. Beden anne olmuştu ama ruh hâlâ gençti. Teoman “Paramparça” derken, Şebnem Ferah “Sil Baştan” diyordu. Hayat da tıpkı o şarkılar gibiydi: kırık, dağınık ama vazgeçilmez.
 
Bir gün hayat, herkesin karşılaştığı o acı eşiğini bana da gösterdi: hastalık. Ameliyat sabahı kulaklıklarımda yine Sezen vardı. Bu kez “Bir Daha Bu Yollara Aynı Hevesle Gelir Miyim?” sorusunu fısıldıyordu. O an, cevabı bende yoktu, ama onun sorması yetiyordu; Sezen benim yerime konuşuyordu.
 
Hastane koridorları, yoğun bakım odalarının soğuk duvarları arasında Emre Aydın yanımdaydı: “Hoşçakal”, “Soğuk Odalar”, “Belki Bir Gün Özlersin”… O şarkılar damar yolundan değil ama kalbimden içime karıştı; bedenin değil, ruhun yaralarına pansuman yapar gibi.
 
İyileşirsin. Yaşamaya devam edersin. Ama hayat seni kayıplarla yaşamaya alıştırır. Bir gün bir türkü açılır ansızın. Kul Ahmet’in “Seher Yeli”… “Nazlı yâre selâm söyle” dediğinde içimde bir kapı açılır.
 
O kapıdan önce annem girer, sonra babam. Kaybettiğim ne varsa, o türküyle geri gelir. Bir rüzgâr gibi değil; bir hayal gibi hiç değil. Gerçekten gelirler.
 
Ben bir çocuk gibi dinlerim o sesi. Bir daha duyamayacağımı bildiğim seslerin yerine o türkü geçer. Türküler bazen geçmiş değildir; bazen kayıplar için ikinci bir hayattır. Çünkü bazı acıları yalnızca bir bağlama anlatabilir.
 
Her şarkı içimde bir kapı açıyor. Her tür, başka bir Zeynep’i konuşturuyor: bazen güçlü, bazen kırık; bazen unutmaya çalışan, bazen her şeyi hatırlayan; bazen sadece bir kız çocuğu kadar sessiz.
 
Müzik benim için bir fon değil; bir arka plan hiç değil. Müzik, hayatımın ta kendisi.
 
Ben bir çalma listesi değilim. Bazen bir deyiş, bazen bir isyan, bazen bir haykırış, bazen bir dua oluyorum. Ama her defasında, dinlediğim her şeyin içinden bir “ben” geçiyor.
 
Ve ben, ne zaman kendimi kaybetsem… bir şarkı beni buluyor.
 

Önerilen Yazılar

Article Image

Serzeniş...


favorite 0 visibility 2 bookmark
Article Image

Hayatı kaydıranlar


favorite 0 visibility 3 bookmark
Article Image

Özgün bir özgür müsün?


favorite 0 visibility 1 bookmark
Article Image

Felsefe yapma! Deseler de inanma!


favorite 0 visibility 3 bookmark

Yorumlar