Bazen her şey yerli yerindeymiş gibi görünür ama içten içe bir eksiklik hissi vardır. İlişkiler var ama bağ yoktur, seçenekler çoktur ama yön belirsizdir. Modern bireyin hali biraz böyle. İşte tam bu noktada Zygmunt Bauman’ın akışkan modernlik dediği şey devreye girer: Her şeyin hızla değiştiği, hiçbir şeyin uzun süre elde tutulamadığı bir dünya.
Bu dünyada kimlik sabit değildir. İnsan, sürekli kendini yeniden tanımlamak zorunda kalır. Nerede durduğunu, kime ait olduğunu, neye tutunacağını bilemeden… Aidiyet artık bir yuva değil, geçici bir duraktır.
Dışarısı Ne Kadar Gürültülüyse, İçerisi O Kadar Sessiz
Bauman’ın çizdiği bu tabloya karşılık, Epiktetos çok daha eski ama şaşırtıcı biçimde tanıdık bir şey söyler:
“Kontrol edemediklerini bırak, kendine dön.”
Stoacı felsefeye göre insan, dünyanın karmaşasını durduramaz ama kendi tepkilerini yönetebilir. Tutkularını dizginleyebilir, beklentilerini sadeleştirebilir, dış koşullara değil iç duruşuna yaslanabilir. Bugünün hız ve belirsizlik çağında bu fikir neredeyse radikal bir öneri gibi durur.
Into the Wild: Her Şeyi Bırakıp Kendine Gitmek
Into the Wild, bu içe dönüş arzusunun en uç anlatılarından biri. Christopher McCandless, toplumun sunduğu tüm “doğru”ları geride bırakır: Kariyer, para, statü, beklentiler… Doğaya gider, sadeleşir, yalnızlaşır.
Bu kaçış, sadece topluma bir isyan değil; aynı zamanda kendini arama biçimidir. Stoacı anlamda bakıldığında, film öz disiplin, yalın yaşam ve içsel özgürlük fikriyle güçlü bir bağ kurar. McCandless, mutluluğu dış dünyada değil, kendi sınırlarını deneyimlediği yerde arar.
Ama film aynı zamanda şunu da fısıldar:
Yalnızlık bazen özgürlük, bazen de ağır bir yük olabilir.
Her: Kalabalıklar İçinde Yalnızlık
Her ise tamamen başka bir yönden yaklaşır. Burada doğaya kaçış yoktur; aksine teknolojiyle örülmüş bir şehir hayatı vardır. Theodore, insanlarla değil, bir yapay zekâyla bağ kurar. Çünkü bu ilişki daha az risklidir, daha az karmaşıktır.
Bauman’ın akışkan modernliğinde ilişkiler tam da böyledir:
Hızlı kurulur, kolay bozulur, derinlikten çok konfor sunar.
Her, modern insanın bağ kurma arzusunu ama aynı zamanda bağlanmaktan duyduğu korkuyu anlatır. Film ilerledikçe şunu fark ederiz: Teknoloji yalnızlığı çözmez, sadece onun biçimini değiştirir.
İki Film, Tek Soru
Into the Wild ve Her, iki zıt uçta gibi görünse de aynı soruyu sorar:
“Bu dünyada insan kendine nasıl ait olur?”
Biri her şeyi geride bırakarak, diğeri her şeye bağlanarak bunu denemektedir. Bauman bize bu arayışın neden bu kadar sancılı olduğunu anlatırken, Epiktetos daha sade bir cevap sunar:
Aidiyet, dışarıda değil; insanın kendi iç düzenindedir.
Belki de Mesele Kaçmak Değil, Dayanabilmek
Modern dünyadan kaçmak her zaman mümkün değil. Ama onun içinde savrulmadan durabilmek hâlâ bir seçenek. Stoacı düşünce, bu noktada bir kaçış değil, bir dayanma biçimi sunar. Bauman ise bizi uyarır: Eğer bu akışkanlığı fark etmezsek, kimliğimiz de ilişkilerimiz de elimizden sessizce kayabilir.
Sinema tam da bu yüzden güçlü. Çünkü bize sadece hikâye anlatmaz; bizi kendimizle yüzleştirir.
Ve belki de en zor soru şudur:
Bu akışta biz neyi tutmaya çalışıyoruz?
Yorumlar