Arda için her şey, sabah kahvesini yudumlarken, karşı apartmanın duvarına sprey boyayla acemice yazılmış o yazıyı görmesiyle başladı: "Yine de bir şeyler eksik."
Bu, son birkaç aydır zihninde paslı bir çivi gibi çakılı duran, ona ait, kimseyle paylaşmadığı o tanıdık histi. Omzunu silkti. "Ne büyük tesadüf," diye mırıldandı kendi kendine. Ama bu, gün boyunca peşini bırakmayacak tesadüflerin sadece ilkiydi.
İşe gitmek için bindiği otobüste, iki genç kendi aralarında konuşuyordu. Biri diğerine, Arda'nın tam o an düşündüğü şeyi söyledi: "Bazen ne kadar çabalarsan çabala, alkışlayan kimse olmuyor." Arda irkildi, gençlere baktı. Onu fark etmemişlerdi bile, kendi dünyalarındaydılar. Arda'nın içindeki o tanıdık, yorgun ses, bu kez dışarıdan, bir başkasının ağzından yankılanmıştı.
Gün ilerledikçe bu durum daha da tuhaflaştı. Ofiste, önemli bir sunumun ortasında aklından geçen o sinsi korku, "Kesin batıracaksın, herkes ne kadar yetersiz olduğunu görecek," tam o anda yan masadaki arkadaşının telefonundan yükselen bir dizi film repliği olarak duyuldu. Arkadaşı kulaklıkla izliyordu ama Arda o kelimeleri sanki beyninin içinde haykırılıyormuş gibi net duymuştu.
Paniklemeye başlıyordu. Zihnini susturmaya çalıştıkça, sesi daha da gürültülü bir şekilde dış dünyaya sızıyordu. Öğle yemeği için gittiği lokantada, televizyondaki haber spikeri, alakasız bir haberin ortasında aniden duraksayıp, "Verdiğin onca emekten sonra gerçekten mutlu musun?" diye sordu. Spikerin gözleri sanki doğrudan Arda'ya bakıyordu. Lokantadaki kimse bu anormalliği fark etmemiş gibiydi. Herkes çorbasını içmeye devam etti. Arda, aklını kaçırdığını düşünmeye başladı. Bu, bir tür sinir bozukluğu olmalıydı. İç sesi, zihninin duvarlarını aşıp dünyanın derisine mi işliyordu? Yoksa dünya mı her zaman böyleydi de, o yeni fark ediyordu?
En kötüsü akşam oldu. Sevdiği kadının yanındaydı. Ona ne kadar değerli olduğunu söylemek, geleceğe dair umutlarını paylaşmak istiyordu. Ama içindeki o zalim eleştirmen fısıldadı: "Seni neden sevsin ki? Sen bile kendini sevmiyorsun." Ve tam o anda, sevgilisi ona sarıldı, başını omzuna yasladı ve sanki bir sır verir gibi konuştu: "Biliyor musun, bazen düşünüyorum da... insan kendini sevmeden bir başkasını nasıl sever ki?" Arda donakaldı. Bu bir suçlama değildi. Sadece masum, felsefi bir soruydu. Ama Arda için bu, son noktaydı. İçindeki son kale de düşmüştü. Gözleri doldu.
O ana kadar hep bu sesten kaçmıştı. Onu bastırmaya, yok saymaya çalışmıştı. Ama şimdi, en sevdiği insanın ağzından duyduğunda, anladı ki bu ses bir düşman değildi. Bu ses, ilgi bekleyen, korkmuş, yara almış bir çocuktu. Kendi özünün en savunmasız parçasıydı. Sevgilisine daha sıkı sarıldı. İlk defa o sese cevap verdi. Zihninden değil, kalbinden. "Haklısın," diye düşündü. “Kendimi sevmeyi öğrenmem gerek." O an bir şey değişti. Sanki evrende bir düğmeye basılmış gibi, dışarıdaki yankılar kesildi.
Ertesi sabah uyandığında, karşı apartmanın duvarındaki yazı silinmişti. Otobüste gençler müzik dinliyor, haber spikeri sadece olması gerekenleri söylüyordu. Dünya normale dönmüştü.
Ama Arda normal değildi. O, değişmişti. Artık içindeki sesi bir lanet olarak görmüyordu. Onu dinlemeyi öğrenmişti. O ses ne zaman bir korkuyu fısıldasa, Arda ona şefkatle cevap veriyordu. Ne zaman bir yetersizlikten dem vursa, ona geçmişteki başarılarını hatırlatıyordu.
Arda, o tuhaf günde aklını kaçırmamıştı. Aksine, belki de hayatında ilk defa aklını başına toplamıştı. İçindeki ses, duyulmak için bütün dünyayı bir yankı odasına çevirmek zorunda kalmıştı. Ve sonunda duyulduğunda, Arda sadece kendini değil, sessizliğin aslında ne kadar değerli bir cevap olabileceğini de keşfetmişti.
Bu yeni farkındalık, hayatının her anına yavaş yavaş sızdı. Artık ofisteki sunumlardan önce zihninde beliren o tanıdık korku fısıltısını, "Yetersizsin," duyduğunda paniklemiyordu. Bunun yerine duraksıyor, zihninin içinde o sese şefkatle cevap veriyordu: “Elimden gelenin en iyisini yapacağım. Sonucu ne olursa olsun, bu benim değerimi belirlemez.” Bu içsel diyalog, onu zırh gibi koruyan görünmez bir kalkan haline gelmişti.
Sevgilisiyle olan ilişkisi de bambaşka bir boyut kazandı. Artık onun yanındayken zihni, kendini eleştiren binlerce senaryoyla meşgul değildi. Anı gerçekten yaşıyor, onu gerçekten dinliyor, kahkahasına tüm kalbiyle eşlik edebiliyordu. Bir akşam, sadece sustukları bir anın ne kadar huzurlu olduğunu fark etti. Eskiden bu sessizlikleri kendi kusurlarını ve söylenmemiş korkularını doldurmak için kullanırdı. Şimdi ise sessizlik, iki insanın kelimelere ihtiyaç duymadan da bir arada olabilmesinin kanıtıydı.
Birkaç hafta sonra, o tuhaf günün yaşandığı parkta sevgilisiyle el ele yürüyordu. Güneş batmak üzereydi ve her şeye altın bir parlaklık katıyordu. O gün, aynı parkta bir çocuğun ağzından kendi korkusunu duyduğunu hatırladı. Şimdi ise etrafı dinlediğinde sadece kuş cıvıltıları, uzaktan gelen bir top sesi ve yaprakların hışırtısını duyuyordu.
Tam o sırada, salıncakta sallanan küçük bir kız çocuğu dikkatini çekti. Annesi, kızını iterken neşeyle bağırdı: "Bak, ne kadar yükseğe çıktın! Harikasın!" Çocuk kahkahalarla daha yükseğe sallandı. Bir anlık tereddüt yaşayıp yavaşladığında ise annesi bu kez sakince fısıldadı: "Korkma, ritmini kaybetme yeter. Senin ritmin en doğrusu." Arda duraksadı ve gülümsedi. İşte oradaydı. O son yankı. Ama bu sefer bir korku ya da eleştiri değil, bir onay ve bilgelik fısıltısıydı. Dünya artık ona korkularını değil, bulduğu çözümleri yansıtıyordu. Ritmini kaybetme yeter. Senin ritmin en doğrusu.
Arda, sevgilisinin elini daha sıkı tuttu. O gün duvardaki sprey boyalı yazıyı düşündü: "Yine de bir şeyler eksik." O eksik olan şeyin ne olduğunu artık biliyordu. Dışarıda aradığı bir başarı, bir unvan ya da bir alkış değildi. Eksik olan parça, kendi içindeki o korkmuş sese uzatacağı şefkat eliydi.
Dünya, ona iç sesini yansıtmayı bırakmamıştı. Sadece Arda, içindeki müziği değiştirmişti. Ve şimdi, evren de ona aynı nazik melodiyle eşlik ediyordu.
Yorumlar