Her an, bir arayışla başlar. İnsan, neyin peşinde olduğunu bilmeden koşar, durur, tekrar koşar. Dışarıda, maddede, kalabalıkta, sesin gürültüsünde bir huzur arar. Oysa kalp, asıl istikametin fısıltılarını taşır. Tıpkı bir pusulanın kuzeyi göstermesi gibi, kalpteki o ince ses de, bizi daima içimize, asıl vatanımıza davet eder. Zira tasavvufun inceliğinde anladık ki, dünya bir misafirhane, ruh ise bu misafirhanenin asil sakini. Beden, bir elbise, ruh ise o elbiseyi giyen padişah. Ve bu padişahın tahtı, kalbin en derin noktasında, kendi Kabe’mizin merkezindedir.
Hac farzı, yedi defa tavaf etmekle tamamlanır. Bu tavaf, Kabe’nin etrafında dönerek yapılan bir ibadet değil midir? Oysa bu hareket, sadece bir döngüden ibaret değildir. Her bir tavaf, bir katmandan arınma, bir dönüşümdür. Dışarıdaki Kabe'ye yönelmek, asıl Kabe'mizi, kendi içimizdeki kutsal alanı bulmak içindir. Tıpkı Mevlana'nın dediği gibi, "Kabe'yi tavaf etmen, senin kendi içindeki Kabe'yi bulman içindir." Bu, bir dış yolculuk değil, bir içe doğru gidişatın sembolüdür.
Ruhumun kutsal alanına yolculuk, en zorlu yolculuktur. Dışarıda yürüdüğümüz yollar, dikenli olabilir; ama içimizdeki yollar, nefs ile, kibir ile, hırs ile doludur. İbn Arabi'nin buyurduğu gibi, "Kendi nefsini bilmeyen, Rabbini bilemez." Kendi içimizdeki bu Ka'be'ye ulaşmak için, öncelikle nefs putlarımızı kırmamız gerekir. Yüzümüzü kendi içimize döndürdüğümüzde, göreceğimiz ilk şey, bize ait olan, ancak ait olmayan nefs maskelerimizdir. O maskeleri teker teker düşürmeden, kalbimizin saflığına, ruhumuzun duruluğuna varamayız.
Tasavvuf, bir öğretiden ziyade, bir haldir. Bir vecd halidir. Bu hal, kalbin kapılarını araladığımızda, Allah'ın isimlerinin ve sıfatlarının tecelli ettiği bir ayna olduğunu fark ettiğimizde başlar. Her birimiz, bu aynanın bir parçasıyız. Ve bu aynanın en saf hali, kalptir. Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) "Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar." hadisi şerifi, bu gerçeğin en veciz ifadesidir.
Kendi içimizdeki Kabe, bir harita değil, bir farkındalıktır. Bu farkındalık, bizi kendimize getirir. Gaflet uykusundan uyandırır, bizi asıl varlığımızla, ruhumuzla yüzleştirir. O zaman anlarız ki, dışarıda aradığımız huzur, içimizdeki o kutsal alanda, ruhumuzun Kabe'sindedir. Ve bu Kabe'ye giden yol, ne kitaplardan geçer, ne de kalabalıktan. Bu yol, ancak ve ancak kalbin derinliklerinden geçen bir tefekkür yolculuğudur.
Sonuç olarak, her an, bir fırsattır. Her nefes, bir zikir. Her duruş, bir tefekkür. Kendi içimizdeki Kabe'ye yöneldiğimizde, dünya, bir mana kazanır. Ve o zaman, dışarıdaki Kabe'yi tavaf etmenin hakikatini anlar, bu yolculuğun, bir başlangıç olduğunu fark ederiz. Asıl yolculuk, içimizdeki o kutsal alandan, tüm varlığa yayılacak bir rahmet, bir aşk ve bir huzur yaymaktır.
Kalpteki Kabe’ye ulaşmanın yolu, sadece bir tefekkür yolculuğu değildir; aynı zamanda bir amel yolculuğudur. Çünkü tasavvuf, kuru bir felsefe değil, hayatın içinde yaşanan bir gerçekliktir. Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) fikri, bize her zerrede Hakk’ın tecelli ettiğini fısıldarken, bu farkındalık, bizi tüm yaratılmışlara karşı şefkatli olmaya iter. Bir çiçeğin kokusunda Allah’ın lütfunu, bir kuşun cıvıltısında onun zikrini duymak, içimizdeki Kabe’nin kapılarını ardına kadar açmaktır.
Bu Kabe’nin etrafını tavaf etmenin en güzel yolu, her bir canlıya sevgiyle yaklaşmaktır. Zira Yunus Emre’nin veciz ifadesiyle: "Yaratılanı severim, Yaradan'dan ötürü." Bu sevgi, bir ibadettir. Yüzümüzü kendi içimize döndürdüğümüzde, dışarıdaki her şeyi, kendi içimizdeki o kutsal alandan yansıyan birer ayna olarak görürüz. Karşımızdaki bir insana gülümsediğimizde, aslında kendi ruhumuza gülümsediğimizi; birine yardım ettiğimizde, aslında kendi nefsimizi yücelttiğimizi fark ederiz.
Ruhumun kutsal alanı, aynı zamanda bir arınma yeridir. Tıpkı Kabe'ye yönelmeden önce abdest almanın, temizlenmenin şart olduğu gibi; kendi içimizdeki Kabe'ye yönelmeden önce de kalbimizi kin, haset, kibir gibi nefsani kirlerden temizlememiz gerekir. Bu temizlik, sadece bir suyla olmaz; bu, sürekli bir vicdan muhasebesi, bir "kendini bilme" ameliyesidir. Her akşam, günün muhasebesini yapmak, kendimize "Bugün kalbimin Kabe'sine layık davrandım mı?" diye sormak, bu arınmanın en etkili yoludur.
Tasavvufun inceliğinde, tüm bu yolculuğun sonunda varılacak yer, yokluktur. Fani olan benliğin, Baki olanın aşkında yok olmasıdır. Bu, bir son değil, asıl başlangıçtır. Çünkü kişi, kendi benliğinden sıyrıldığında, kendi içindeki Kabe'nin sadece ona ait olmadığını anlar. O Kabe, tüm varlığın Kabe'sidir. Ve o zaman, bir damla olarak okyanusa karışır, sonsuzluğun içinde yok olur.
Sonuç olarak, bu içsel yolculuk, bir menzil değil, bir haldir. Sürekli bir akış, bir dönüşümdür. Kendi içimizdeki Kabe, bir bina değil, sürekli inşa edilen, sürekli temizlenen ve daima tefekkür ile aydınlanan bir ruh halidir. Ve bu hale ulaşmak, dünyadaki en büyük zenginlik, en büyük huzurdur. Bu yolculukta, ne zaman kaybolduğumuzu hissetsek, kalbimize dönmek, kendi içimizdeki o kutsal alana sığınmak, bizi daima doğru yola, doğru istikamete iletecektir. Çünkü pusulamız, daima kendi içimizde saklıdır.
Yorumlar