Siyah beyaz anlatamadığım hikâyelerim vardı.
Türkçe, 29 harf, 17 hece, 616.767 kelime… Ve hepsini boğazında tutsağı etmiş lanetli bir ruh.
İçimsenin renkli hayatlarına yakıştıramadığı, umursamadığı, savsakladığı hikâyelerdi bunlar.
İnsan odur ki, konuştukça anlaşılacak, anlaşıldıkça iyi hissedecek. Tanrı böyle buyurmuştu. Daha birçoğunu da buyurmuştu ama sanırım o da benim gibi anlatamadı.
Bazen soruyorum kendisine: Daha kaç defa ölmem gerekiyor?
Sakince herkesin geldiği, durduğu, birbirine baktığı, birbirini anladığı ve daha fazlasına ihtiyaç duymadan sessizce (evet, sessizlik çok önemli) dağıldığı bir tören… Güzel olurdu.
Hâlâ şehrin enkazlarının arasında dolaşıyorum. Ceset kokularının arasından, terk edilmiş, yok sayılmış hayatların içinde, benim gibi ölen biri var mı çığlığıyla geçiyorum. Başımı yukarı kaldırıyorum, yıldızlar sönmüş. Kapkaranlık. Matem tutuyor gibiler. Hakları var.
Yağmur şehre yağıyor ama hiçbir şeyi yıkamıyor, temizlemiyor.
Alacağı olsun, gönül koymuyorum. Belki de bulutlar da utanmıştır.
Sigaramın ateşi, güneş gibi aydınlatırken ortalığı, sabreden dervişin delirişi geldi aklıma. O kadar uzun sabretti ki, akıl hastanesinin önünde hâlâ sabırla ve anlamla bekliyordu.
Bense, çocukken kırdığım oyuncakların bedelini ödemekle meşguldüm.
Kafanızı karıştırmasın. Sadece geceleri, yapayalnız, yalın ayak anlayabileceğiniz bir hikâye anlatmaya çalışıyorum. İnanmadınız mı boğazıma şimento döktüğüm için çıkmayan cümlelere? Olsun.
Mecnun çölde değil, Leyla’da yandığına da kimse inanmıyor zaten.
Gözyaşlarından öperim.
Benim artık gelmiyor şimdiki.
Yorumlar