İçerik Resmi

DİLSİZ ADAMIN GÜNLÜĞÜ


favorite 1 visibility 14 bookmark 1


           DİLSİZ ADAMIN GÜNLÜĞÜ
 
"Sadık oğlu Sadık kardeşimiz için sizler de hakkınız helal eder misiniz?"
İmamın sesi bomboş avluda yankılandı. Karşısında saf tutmuş iki sıra insan vardı. Ön sırada emekli müezzin Hasan Hoca, diğeri belediyeden görevli genç. İkinci sırada ise, kasabanın yeni öğretmeni Hande.
İmam ikinci kez sordu, bu kez daha yüksek sesle:
"Sadık oğlu Sadık'a hakkınızı helal eder misiniz?"
Kısa bir sessizliğin ardından cılız bir tonda "Helal olsun" diyen Hande öğretmenin sesi duyuldu yalnızca: 
"Helal olsun"  
Helallik vermek Sadık Efendi'ye suç ortaklığı etmek gibiydi sanki. İmam üçüncü kez soracaktı ki Hasan Hoca öne çıktı. 
"Ne hakkım kaldı ki helal edecek? Sağken o sessizdi,  ölürken de cenazesi sessiz." 
Hande, dudaklarını ısırarak izliyordu bu suskun yolcu edişi. Öğrendiği kadarıyla ömrünün tamamını aralıksız bu küçük kasabada geçiren Sadık Efendi'nin musalla taşında meydan okur gibi yatışına bakıyordu öylece.  
 
Yaşarken de yalnızdı Sadık. Daha askerdeyken anne babasının mantardan ölümünü haber alıp,  uzun süre dönmemişti. Kulağının dibinde top patlamış, korkudan mıdır sesten midir bilinmez, sağır dilsiz kalmış dediler, hatta meczup olmuş dediler en fazla. Gören de olmamıştı aslında ama hakkında konuşan çok olmuştu. Kasabalı çocukluğunu bile çok hatırlamaz, o kadar yok gibi bir çocuktu. O zaman da suskun, sessiz ve yok gibi bir çocuk. 
 
Bir yerlere sığamamış olacak ki, çıkıp geldi günün birinde, yerleşti bir odalı baba evine. Meczup olmuş muydu bilinmez, ama duvar gibi sağır ve dilsizdi hakikaten. Evinin önüne attığı kırmızı sandalyesinde gün boyu oturur, çayını sigarasını içerdi. Kırmızı sandalye, önünde muşamba örtülü ahşap masa, üzerinde emaye tepsi ile her daim hazırdı Sadık'ın çay tepsisi. İçinde en az üç temiz bardak ve Kıbrıs desenli çay tabakları da hazır tutulurdu gelen olur diye. 
O kırmızı sandalye güneşten yağmurdan, kedi tırmığından eskidikçe,  bir yenisini çıkarırmış evin içinden. Evi bilenlerin dediği kadarıyla son sandalyeymiş altındaki. Bir de yanı başındaki Taştan sedir. Üstüne attığı basma desenli minderlerle, Sadık'ın misafir koltuğuydu orası da.
Ve tabi çay tepsisinden eksik olmayan bisküvi. Kim gelse bisküviyi çaya banmadan gitmezdi neredeyse. Sadık en çok kremalı olanını sever, en çok da onu ikram ederdi. Su bardağıyla çayını içer, söndürmeden sigarası hiç sönmeden yeni sigarasını yakardı. Temizdi hep üstü başı. Ne sakalı uzardı, ne tırnakları kirlenirdi. Sabah ezanıyla kapısını süpürür, kurardı çay sofrasını. 
Kasabanın imamı da otururmuş o taşlığa, ergen delikanlısı da. Gebe kadını da otururmuş Sadık ile sohbete, eltisine küsen de. Arazi kavgasından kin güden de, sevdalıktan ölen de. Sağır dilsiz diye, filtre koymadan ne varsa dökerlermiş içini. Nasıl olsa sır çıkmazmış Sadık'tan. Almazmış ki sağır kulağı nasıl çıksın dilsiz ağzından. Anlatan içini döküp rahatlar, Sadık da duvar gibi tepkisiz dinlermiş. 
Girip gören olduğu kadar, evi de temizmiş, erzakını alıp karnını doyuracak kadar ev işi de becerirmiş. Evlen diyen de olmuştu yıllar içinde. Kasabada kaç tane engelli ve evlenmemiş kız varsa, denktir birbirine diyerek baş göz etmek istediler. Fakat Sadık, sessizliğiyle anlattı yalnızlıktan mutlu olduğunu.  
 
Kaç nesil derdini, sırrını, aşkını, suçunu günahını anlatmış da anlatmış. Sadık, adı üstünde  sadıktı onda toplanan sırlara. Hoş sadık olmasa ne olacak, suya yazı yazmak gibiydi Sadık'a en gizli sırları anlatmak. Ne de olsa duymaz, duysa bile anlatmaz…
Öğretmen Hande de bitişik duvar komşusu olduğu Sadık'ın sofrasına oturmadan bitirmezdi neredeyse gününü. Kendini bir elinde çay, diğer elinde bisküvi, dilinde gün boyu yaşadıklarını anlatan hararetli bir sohbetin ortasında bulurdu istemsizce.  
Kendi bile şaşırmıştı neden bu kadar rahat davranabildiğini. Gerçekten de sağır dilsiz olmasından mı? Öyleyse bu durumundan faydalanmak olmuyor muydu yaptıkları şey? Bütün kasabayı esir almış bir bencilliğin pençesine mi düşmüştü istemeden? Buna ne kadar sohbet denilebilirdi ki? 
Yine de kendini alamıyordu. Ne görse ne duysa ne hissetse Sadık'la paylaşıyordu. Bu vazgeçilmez bir alışkanlık olmuştu Hande için. 
"Keşke konuşsan da, ben de senin derdini dinleyebilsem" demişti bir gün duymayacağını bilerek. Sadık'ın müstehzi gülüşüne şaşırsa da, dediğini anlamamış olduğuna emindi. Duymuyordu ki nasıl anlasın? 
Okulların kapanmasına az kalmıştı. Hande, ailesinin yanına gideceği için mutlu, Sadık’tan ayrılacağı için ise hüzünlüydü. Çayına bisküvi banarken bundan söz ediyordu.
 “İki ay boyunca sana bir şeyler anlatmadan durmak çok sıkıcı olacak,” dediğinde, Sadık’ın yüzünde beliren o tanıdık gülümsemeyi yakaladı yine.
 "Ne de olsa aklı yerinde; gideceğim tarihi bildiği gibi, döneceğimden de emin. Gülümsemesi ondan," diye geçirdi içinden.
Koskoca bir soru işareti kafasının orta yerine çöreklendiği halde, Hande vazgeçmedi Sadık'la sohbet etmekten. Sadece konuşmak, karşındaki seni duymadığı halde anlatmak sohbet sayılır mıydı bilinmez ama belki de Hande'ye bu kadar iyi gelmesi bundandı. Hatta tüm kasaba için böyleydi. Sadık'ın efsunu, suskunluğuydu. Ve Hande de bu efsuna kapılmış gidiyordu. 
Yine bir akşamüzeri okuldan dönerken, bakkala uğradı. Ev için bir şeyler ve Sadık için bisküvi aldı. Eğer yanı boşsa oturup çayını içecek, oğluna çok ödev verdiği için sitem eden velisinden bahsedecekti. Fakat kırmızı sandalye boştu. Bir an içine Sadık gitmiş gibi bir his doğdu. Kafasını uzattığında kapının ardına kadar açık olduğunu gördü. Sadık elinde bir defterle, eşiğin iç tarafında bekliyordu. Yaklaştı, Sadık'ın uzattığı defteri aldı tedirginlikle. Açmaya yeltendi fakat Sadık izin vermedi. Belli ki orada açmasını istememişti.
Çayını içip gün boyu yaşadıklarını anlatırken aklı da çantasına koyduğu defterdeydi. Bir an önce açıp ne olduğunu görmek istiyordu. Tam kalkacakken eline bir not daha tutuşturdu Sadık. 
"Oku ve bana geri ver."    
Hande, rüya gibi bir şeyin içinde hissetti kendini. Neden bu kadar şaşırmıştı ki, duymayan konuşmayan birinin yazı yazmasında şaşılacak bir şey yoktu elbet. Ama neden bu yanını iletişim kurmak için kullanmamıştı ki? Yoksa bilinsin istemiyor muydu? Belki de bunu anlaması için o defterde neler yazdığını okuması gerekecekti. 
Ertesi sabah evden çıkarken Hande, artık başka bir gözlükle bakıyordu kasabaya ve oradaki hayata. Sadık'ın defteri ona sadece kasabayı değil hayatın da nasıl bir yer olduğunu göstermiş gibiydi. Defteri Sadık'a verirken, "akşam konuşuruz" diyerek ayrıldı ama konuşacak ne vardı o da bilmiyordu. Bu yaşına kadar çok fazla kitap okumuştu ama eğri büğrü bir yazıyla yazılmış bu defter kadar hiç birinden etkilenmemişti.     
Sadık için sır küpü denecekse o küp bu defterdi. Bu ağırlıkla nasıl taşıdı ve daha da dolmasına nasıl tahammül edebildi sormak isterdi ama sormayacaktı. O akşam Sadık'ın yanında oturan birilerinin olması Hande'nin işine geldi. İçinden nedense oturmak gelmemişti.
Sadık’a karşı ne hissedeceğini bilemiyordu. Yaptığının adı neydi, karar vermekte zorlanıyordu. İnsanların ona duyduğu güveni istismar eden biri miydi, yoksa duymadığını düşünerek sırlarını anlatıp yüklerini ona boşaltanlar tarafından kullanılan biri mi? Arada kalmıştı.
Geri sardırılan bir kayıt gibi, Sadık'la tanıştığı günden beri ona neler anlattığını hatırlamaya çalıştı. Acaba onunla ilgili de başka bir defter var mıydı o esrarengiz evde. Peki neden bu defteri vermişti Hande'ye, neden okumasını istemişti? Düşündüğünde, okuduklarının neredeyse yamamı yüz kızartıcı işlerdi. Hande ne böyle bir şey yapmış ne de anlatmıştı. Dolayısıyla onunla ilgili Sadık'ın bir şeyler yazmış olma ihtimali çok yoktu. 
 
 Okuduklarından sonra hiç kimseye eskisi gibi bakamadı, eskisi gibi selamlaşamadı. Gülen yüzlere de yardım tekliflerine de mesafe koyduğu fark edilince 
"Sadık'tan uzak dur" telkinleri de arttı.
 "Siz uzak durun asıl" diye bağırmamak için zor tutuyordu kendini. Fakat ne diyebildi, ne de Sadık'tan uzak durabildi. Okudukları hakkında hiçbir şey sormadı. Sanki o defteri hiç okumamış gibi, bilindik sohbetlerine devam etti.
     Okulların kapanmasına bir gün kala, kuş cıvıltılarıyla sabah ezanının birbirine karıştığı bir Haziran sabahıydı. Camiden gelen ses, her sabah olduğundan farklıydı sanki bu kez. Bir de dışarıdan gelen sesler…  
Sadık ölmüş dediler. Uykusunda, öylece yatağında ölüvermiş ansızın. Yaşamı gibi ölümü de sağır ve dilsizdi Sadık'ın. 
Kaldırıp götürdüler, yıkayıp musalla taşına indirdiler, cemaat gelsin diye beklediler. Kimsecikler gelmedi. Kimse helallik vermedi. 
Sadık'ın defterinde günahları sıralanmış olanların her biri, bir diğerinden habersizmiş gibi davranmayı seçti. Görünmez olmak, yalnızca kirini saklamaya yeterdi halbuki. Ne gelinine musallat olan Şevket, ne köylüyü kandırarak topraklarına çöken muhtar Halil, ne gelininden gizli oğlu için kuma araya Hacer, ne diğerleri… 
Ve dilsiz adamın günlüğü. Belediyenin boşalttığı evdeki diğer eşyalarla birlikte kül oldu gitti.
Hande'nin ise aklında tek bir cümle yankılandı gün boyu. Sadık'ın defterinin son sayfasındaki o cümle: "Konuşmayanları dinleyin. Sessizlik, duyulmayan çığlıkların mezarıdır."

Önerilen Yazılar

Article Image

Bir Kadının Yüreği


favorite 0 visibility 6 bookmark
Article Image

Sessizlikle Büyüyen Hikâyeler


favorite 1 visibility 7 bookmark
Article Image

180 Saniye


favorite 2 visibility 7 bookmark
Article Image

Mutlu Çocukluğu


favorite 2 visibility 5 bookmark

Yorumlar